Film adı Vizyon tarihi İlk 3 gün seyirci Salon Toplam seyirci-----------------1. Recep İvedik 213.02.09 1.209.453 7504. 333.144
2. Recep İvedik 3 12.02.10 1.153.071 708 3.325.913
3. Kurtlar Vadisi: Irak 03.02.06 1.099.219 480 4.256.567
4. Yahşi Batı 01.01.10 906.663 693 2.323.061
5. A.R.O.G 05.12.08 816.304 685 3.707.086
6. Eyyvah Eyvah 2 07.01.11 801.863 357 3.947.988
7. Recep İvedik 22.02.08 791.536 230 4.301.693
8. New York'ta Beş Minare 05.11.10 703.330 700 3. 474.495
9. Kurtlar Vadisi: Filistin 28.01.11 676.198 364 2 .028.057
10.Organize İşler 23.12.05 583.870 444 2.618.244
Sinema istatistikleri salt bir haber olarak geçiliyor.Ancak bu istatiklerin anlamı toplulumumuz açısından ne dehşet ifadeler barındırıyor aslında.Şöyle ki; İzlenen ve hatta üç gün içerisinde milyon seyirciyi bulan filmler iki türe ayrılabilir.Birincisi ,ilk iki sırada bulunan örnekleri ile, seviyesizlik derekesinden espri ve komikliğe haiz olan komedi tarzı filmler.İkincisi ise ne idüğü belirsiz, şuursuz bir "vatan namus natali kambus" m(illiyet)çiliği ve körü körüne hamasi duyguları sömüren, bunun yanında da dini kullanan bir sözde Devlet Ana' nın sadık oğlu ve (k)ulu rollü filmler.Yüce Allah Azze ve Celle kutsal kitabına "Kematekunu yüvella leykum..." buyuruyor."Nasıl bir toplumsanız başınıza öyle yöneticiler geçer ifade-i celilesi ile ne olduğumuzu bize anlatıyor.Neyiz, nasıl bir toplumuz.Şeriat istrük, adalet isterük, Hak isterük...Peki sen bunları hak ediyor musun?
İnsanların meşgaleleri neyse amelleri buna kayıyor.Şu halde şuur, inanç, itikat, ahiret inancı, tefekkür ve ahlak boşa çıkıyor bu toplumda.Sancağı buradan kaldıracağız battığı yerden,,de ne ile hangi toplumla.Toplumun, bu istatistiklerin nazarı itibari ile baktığımızda yaptıklarının geçim kaygısı yanında vakit ve nakit buldukça iki şey yaptığı direk göze çarpıyor.Bol kahkaha ile gülmek ve neden olduğu belirsiz bir -varda yok- devlet ve millet sevdasının hamasetini güdüyor, bununla sinirleniyor.Ne acı gerçekler.Bu genllememden istisnalar kaidei bozmaz demem hata olduğu anlamına gelmiyor ve tekerrür ile bir defa söylüyorum istisanları ayıklamak gerek...
Ebubekir Turab
20 Şubat 2012 Pazartesi
15 Şubat 2012 Çarşamba
BEN BİR EŞEĞİM
Yoğun talep üzerine kişisel gelişim kitapları alacağım kendime. Etkili
insan olmanın en etkili 7 özelliğini öğreneceğim. Konuşmak nasıl olur,
kavrayacağım. Sosyalleşeceğim hızlı adımlarla. Sonra hepinizle iletişime
geçeceğim. Buluşup bir cafeye gideceğiz. Size sabah evden nasıl çıktığımı yolda
gelirken neler yaşadığımı anlatacağım. Belki denk gelmiştir, ‘komik’
anılarımdan da bahsedeceğim. Hepinizi güldüreceğim. Referandumla ilgili
espriler yapacağız. Sonra çok yedik yürüyelim diyip kalkacağız cafeden.
Birlikte vitrinlere bakacağız. Hangi mağazalarda indirim var tespit edeceğiz.
Geçenlerde aldığınız ayakkabı ve çanta üzerine kafa yoracağız bir müddet. Ben
size şahane tavsiyeler vereceğim. Sorduğunuz her sorunun cevabını, anlattığınız
her olayın yorumunu bende bulacaksınız. Hepinizle diyalog halinde olacağım. Her
ne olursa olsun sürekli konuşacağız.
Hiç canınız sıkılmayacak bu yüzden. Hangi
dersleri seçeceğimizden konu açılacak. Hangi hoca neden iyi neden kötü enine
boyuna tartışıp bir karara da varamayacağız. Ağır gelecek bu konular, çok temiz
geyik yapacağız. İlyasovanın basketlerini anlatacağım size. Dizilerdeki akıl
sır erdiremediğiniz olayları çözüp, önünüze sereceğim. Geçen gün ne oldu
biliyor musun girişli metinlerden yığınla alıntı yapacağım. Kahkahalar pat pat
pat kafamıza düşecek. Ben su molası vermeye niyetlendiğim anda nöbeti başka bir
arkadaşımıza devredeceğiz ki istanbulda kimse kalmadı mı be demesinler.
Etrafımızda kimin çenesi kapalıysa dilini demir mengeneye koyup, sıkacağız. Onu
ortaçağın karanlığından çekip, yüzyılımızın flaşıyla aydınlatacağız. Molalar
dışında ben sürekli konuşuyor olacağım. Harika bir dil ve üslupla. Bahsi edilen
hemen her konuda fikrimi çatır çatır söyleyeceğim. O gün ilk defa karşılaştığım
sizlerin kıymetli arkadaşlarıyla da çok iyi vakit geçireceğim. Çok alçakgönüllü
ve sıcakkanlı davranacağım. Böyle lokum gibi bir şey olacağım. Herkes arkamdan
ne kadar cana yakın ve sempati duyulan biri olduğumdan bahsedecek. İnsan
olacağım insan.
Akşam eve döndüğümde facebooka girip, gün içindeki makul
davranışlarınız üzerinde hepinizi etiketleyeceğim. Sizi öyle iyi ifade edeceğim
ki kendinizi es geçip, beni daha çok seveceksiniz. Bildirim yağmuruna tutacağım
hepinizi. Duvarlarınızda kelebekler uçuracağım. Siz daha çok seveceksiniz beni.
Hem ben hepinizi, yaptığınız her işi beğeniyorum zaten. Böylece bir gün
içerisinde size duyduğum bütün samimiyeti en inandırıcı, göze en hoş gelen mavi
sayfalarda ifade etmiş olacağım. O kitaplar sayesinde dilinize, insan
ilişkilerindeki tutum ve davranışlarınıza hakim olabilme fırsatı elde edeceğim.
Facebooktan o gece çıkış yaptıktan sonra bilgisayarı sırtıma atıp, odama
gideceğim. 13. Kattan aşağı bakacağım. Önce bilişimteknolojisini
sallandıracağım. Sonra beni kabız eden bir türlü geliştiremediğim kişiliğimi
lodos olarak penceremden salıvereceğim. Son olarak gün içinde katlettiğim bütün
kelimeleri kapımızın önüne kusacağım. O pisliğe basmamak adına da bir daha
evden çıkmayacağım. Şimdi yüksek müsaadenizle böyle bir günü yaşanmış olarak
kabul ediyorum. Sizinle KONUŞMAK zevkti. Ama eşekler sadece yük taşır ve iyi
bakarlar. Baktım, aranızda hiç eşek yok.
Zeynep TURAN
KAVRAMLARIN DİYALEKTİĞİ
Kavramlar, olayları ve olguları anlamada ve anlamlandırmada, zihin dünyamızın derin ve karmaşık dehlizlerinde cereyan eden düşüncelerin anlamlı bir bütün halinde algılanıp eyleme dönüştürülmesi noktasında hayatımızı kolaylaştıran, pratik çözümlemeler formunda oluşmuş birtakım isimlendirmelerdir. Günlük yaşantımız esnasında düşünerek, görerek, işiterek insanlarla ilişkide bulunarak kullandığımız bu kavramları, sembolleri ve isimleri çoğu zaman gerçek anlamından, ortaya çıkış amacından ve hangi problemin çözümünde kullanılmak için üretildiğinin bilinmesinden ziyade, salt bir sembol, bir slogan olarak bilinçsizce kullanırız. Halbuki her özgün kavramın -bazen bir kavrama farklı anlamlar da yüklenebiliyor- her sembolün veya sloganın ilk üretildiği aşamaya ve ortaya çıktığı zamana yapacağımız yolculukta, bu isimlendirmelerin kendilerince var olan bir karmaşayı ve eksikliği giderme güdüsüyle, bir değer oluşturma veya bir sorunun çözümlenmesi için üretilen düşünsel ve bilişsel çabanın bir ürünü ve çözüme yönelik ortaya çıkan sonucun bir ifadesi olduğunun farkına varırız. Bu bilişsel eylemler kullanılarak bir düşüncenin, bir kavramın ya da bir sembolün amacını, nasılını, niçinini kendi içindeki dinamikleri ve yasaları arasındaki ilişkileri-karşıtlıkları fark ederek kavramın panaromik resmini çıkarabiliriz. Ama tabi bütün bunlar için hafiften bir düşünsel çabanın içerisine girmeliyiz.
Buradan hareketle 'Hukuk' kavramının diyalektiğini ele alalım. Hukuk denildiğinde çoğu kişinin aklına ilk gelen; mevzuattaki yani herhangi bir otoritenin, herhangi bir zamanda ortaya koymuş olduğu yürürlükteki kurallar ve yasalar zinciri gelir. Fakat bunların gerçek bir hak ve adalet anlayışına hizmet ettiği her zaman söylenemez. Halbuki hukuk kavramı, isminin de kökünde olan “hak” anlayışının bir tecellisidir. Her hak sahibine hakkının verilmesi, adaletin tesis edilmesi, eşitliğin sağlanması, terazinin kefelerinin denge konumundaki denklik durumunda olmasıdır. Bunun için ortaya çıkmış bir kavramdır. Bu anlamda 'İslam' dendiği zaman yine müslüman olduğunu düşünenler de dahil olmak üzere insanların ekseriyetinde ya bu kavramın sadece beş harften oluşan isim hali zihinlerde geleneksel ritüeller eşliğinde anlamsızca algılanıyor ya da birtakım önyargılarla ve manipüle edilmiş düşüncelerle yanlış algılanabiliyor. Oysa bu kavramın diyalektiğini, nasıl bir bilişsel durumun ifadesi olduğunu anlamaya yönelik hafif DÜŞÜNce’yi harekete geçirirsek, 'İslam' denildiğinde karşımıza sadece mensubu bulunduğumuz Din'in yalın bir ismi değil, bilakis bu dinin temel kaidelerinin ve gereklerinin de içinde yer aldığı kapsamlı bir kavram çıkacaktır. İslam kelimesinin Arapça kökünü incelediğimizde; İslam : Teslim , bununla birlikte selamet ve barış gibi anlamları da içerisinde barındıran zengin bir kavram olduğunu göreceğiz. Teslim, yani insanın, kendi yaratılmışlığı, acizliği, zayıflığı, ölümlülüğü karşısında; Büyüklüğü, yüceliği, kuvveti ve kudreti ile her şeyin kendisine muhtaç olduğu Yaratana teslim olması.. İnsanın içindeki dünya hırsını, kibri, ihtirasları ve kirli hesapları terk ederek Alemlerin Rabbine teslim olması...işte düşünerek elde edilebilecek bir kavramın kuşatıcı ve derin anlamları.
Bunun gibi her kavramın zahirdeki ifadesinden çok o kavramın içinde barındırdığı anlamları, varlık gerekçelerini, uygulanabilirlik ve sürdürelebilirlik iddiasındaki temel işleyiş esaslarını bilerek kavramları ezberci kalıplardan düşünsel ve bilişsel boyuta taşıyabiliriz.Yine Matematik, fizik ve Geometri gibi soyut düşünce tarafı ağır basan ilimlerin mevcut eğitim sistemindeki okullarda öğretiminin salt ezberci mantıkla belli kalıpların ezberletilmesiyle değil, bunların ne işe yaradığı ve hangi amaca hizmet için üretildiğinin üzerinde durulması gerekir. Bunların günlük yaşamda karşılığı olan, Eşyanın varlığı, miktarları birbirleriyle olan ilişkileri, alanları, oranları, olasılık ve mukavemet durumlarını araştırarak soyut düşünceyi geliştiren, analitik derinlik kazandıran, insan beyninin en ince kıvrımlarını harekete geçiren, mevcut potansiyelini kullanmaya iten, kişinin kendisini geliştirerek pratik bir zekaya sahip olmasını öğütleyen yöntemlerin kullanılması, öğretilmesi gerekir.Buradan hareketle 'Hukuk' kavramının diyalektiğini ele alalım. Hukuk denildiğinde çoğu kişinin aklına ilk gelen; mevzuattaki yani herhangi bir otoritenin, herhangi bir zamanda ortaya koymuş olduğu yürürlükteki kurallar ve yasalar zinciri gelir. Fakat bunların gerçek bir hak ve adalet anlayışına hizmet ettiği her zaman söylenemez. Halbuki hukuk kavramı, isminin de kökünde olan “hak” anlayışının bir tecellisidir. Her hak sahibine hakkının verilmesi, adaletin tesis edilmesi, eşitliğin sağlanması, terazinin kefelerinin denge konumundaki denklik durumunda olmasıdır. Bunun için ortaya çıkmış bir kavramdır. Bu anlamda 'İslam' dendiği zaman yine müslüman olduğunu düşünenler de dahil olmak üzere insanların ekseriyetinde ya bu kavramın sadece beş harften oluşan isim hali zihinlerde geleneksel ritüeller eşliğinde anlamsızca algılanıyor ya da birtakım önyargılarla ve manipüle edilmiş düşüncelerle yanlış algılanabiliyor. Oysa bu kavramın diyalektiğini, nasıl bir bilişsel durumun ifadesi olduğunu anlamaya yönelik hafif DÜŞÜNce’yi harekete geçirirsek, 'İslam' denildiğinde karşımıza sadece mensubu bulunduğumuz Din'in yalın bir ismi değil, bilakis bu dinin temel kaidelerinin ve gereklerinin de içinde yer aldığı kapsamlı bir kavram çıkacaktır. İslam kelimesinin Arapça kökünü incelediğimizde; İslam : Teslim , bununla birlikte selamet ve barış gibi anlamları da içerisinde barındıran zengin bir kavram olduğunu göreceğiz. Teslim, yani insanın, kendi yaratılmışlığı, acizliği, zayıflığı, ölümlülüğü karşısında; Büyüklüğü, yüceliği, kuvveti ve kudreti ile her şeyin kendisine muhtaç olduğu Yaratana teslim olması.. İnsanın içindeki dünya hırsını, kibri, ihtirasları ve kirli hesapları terk ederek Alemlerin Rabbine teslim olması...işte düşünerek elde edilebilecek bir kavramın kuşatıcı ve derin anlamları.
Yine buna benzer sosyal, siyasal, iktisadi konular gibi birçok konuda karşılaştığımız kavramların etiketleri ile ezberlenip , muhteviyatının bilinmemesi çoğu zaman bu kavramların yanlış anlamda kullanılmasına veya içlerinin boşaltılmasına neden olmuştur. Bunun içindir ki bir düşünsel sistemin, bir değerin kurgulanış ve işleyiş esaslarının kısaltılmış, damıtılmış halini karşılayan bu ifadeler özgeçmişinden bağımsız olarak değerlendirilmemelidir. Çünkü bir kavramın diyalektiği o kavramın mutfağıdır. Uyulması gereken prensipler zinciriyle işleme tabi tutularak bir üretim süreci sonunda ortaya çıkan değerlere verilen bu kısa ve öz tanımlamalar, daha sonra sanki gökten düşmüş hazır birer ifadeymiş gibi algılanan ve kullanılagelen beynelmilel sloganlar haline dönüştürülmemelidir.
Hafif DÜŞÜNce kıvılcımları ve hafif araştırma, inceleme ve muhakeme dürtülerimizi harekete geçirip kavramların diyalektiğine yönelik hafif bir derinlik kazanarak bunların temel prensiplerini kavrayabiliriz. Böylece kendimizi ve evreni bilme noktasında Rabbimizin buyurmuş olduğu gibi “akletmez misiniz, düşünmez misiniz, tefekkür etmez misiniz, temiz akıl sahipleri için nice ibretler vardır” hitaplarına uyan bir çaba içerisine girerek hangi kavramın doğru ve geçerli hangisinin eksik ve yetersiz olduğunu kavrama noktasında gerekli donanıma sahip olabiliriz.
Kavramları, olguları ve olayları anlamada ve anlamlandırmada hafif DÜŞÜNce den hareketle kavramların muhteviyatına yoğunlaşıp hafif düşünce projektörlerimizi bunların üzerine tuttuğumuz zaman göreceğizki kavramların oluşma süreci, öncesi ve sonrası ile ortaya çıkacak bununla beraber anlam karmaşaları, muhtemel yanlışlar ve yanlış anlamalar kendiliğinden çözülecektir. Böylece herhangi bir kavram hakkında eldeki verileri kullanarak onu nasıl değerlendireceğimize dair bilgi sahibi olacak ve ona hakettiği değeri vermiş olacağız.
Öyleyse buyurun hafif DÜŞÜNce’ye…
Turgay GENDE
ÖZLEDİĞİME
fena bir boşluktayım.
o kadar fena bir boşluktayım
ki uzatılan ellere bile,
yetişemiyorum.
nerden bilebilirdim,
yokluğun bu kadar derinden vuracak.
hani zaman her şeyin ilacı...
ya bırakın ulan.
ne büyük bir yalan.
yokluğun kapan.
hayallerim kapandaki peynir.
bense peyniri kapmaya çalışan fare.
daha ne çok özleyeceğim seni?
ANNE...
ki uzatılan ellere bile,
yetişemiyorum.
nerden bilebilirdim,
yokluğun bu kadar derinden vuracak.
hani zaman her şeyin ilacı...
ya bırakın ulan.
ne büyük bir yalan.
yokluğun kapan.
hayallerim kapandaki peynir.
bense peyniri kapmaya çalışan fare.
daha ne çok özleyeceğim seni?
ANNE...
TAAB-I DİMAĞÎ
KISA BİR HİKÂYE
Fatih’i bir anda buhranlar sardı… Ne yaptıysa bir türlü kurtulamadı bu
buhranlardan… Ne kadar zihnini başka yöne çekmeye çalışsa da buhranlar izin
vermiyordu kendisine… Biraz rahatlamak için kendini dışarıya attı… Artık
ayaklarına yön veren kendisi değil ayakları kendinse yön veriyordu… Bir anda
durup etrafa baktı… Acaba nereye gelmişim… Ayaklarım beni nereye sürüklemiş
diye… Ayakları sahil kenarına fırlatmıştı kendisini… Takati kalmamıştı
yürümeye… Takatini kesen yorgunluğu değil kendisini saran buhranlardı… Denizi
seyretmeye başladı… Denizi düşündü aynı zamanda… İçinden kim bilir kendisini
saran buhranlardan kurtulmak için derdini, tasasını, sıkıntısını dökmüştü
denize diye geçirdi… Kaç kişi için sırdaş olmuştu bu damlalar… Öyle bir sırdaş
ki kimseye açık vermeyen bir gibi tanımladı denizi o zaman… Fatih bunları
düşlerken, deniz kendisine seslenir gibi oldu… Tasasını anlatmasını istedi
sanki bir anda Fatih’ten… Ya da Fatih öyle zannetmişti… Ama Fatih dayanamadı
artık ve başladı içini sırdaşı denize dökmeye… Güncesine başladı…
İstanbul’a bu sabah geldim. Ramazanı İstanbul’da geçirmek istedim. Biliyor musun ey deniz bu benim İstanbul’a ilk gelişim. Önceden babam anlatırdı İstanbul’u. Muazzam bir şehir derdi İstanbul için. Üç medeniyete başkentlik yapmış ve sanatçıların kalbini çalmış derdi. Kimler şiirlerinde İstanbul’u anlatmamıştı ki… Mehmet Âkif’ten Necip Fazıl’a, Sezai Karakoç’tan Taab-ı Dimaği’ye kadar birçok şair anlatmıştı İstanbul’u… Bende hep merak ederdim şairlerin şehrini. Hele birde ramazanını anlatırdı babam, İstanbul’un. Babamın bunları anlatması üzerine gelecek ramazanda İstanbul’da olmayı ümit ederdim. İşte bu ramazana kısmet oldu İstanbul’a gelmem. Oruçlu kişiler görecektim. Kâfilerlerin Müslümanlardan gizli yemek yediğini görecektim. Lokantaların “iftara kadar kapalıyız” yazılarını görecektim… Camilerin sabahları tıklım tıklım olacaklarını görecektim… Birbirine tebessümle yaklaşıp yardım eden insanlar görecektim… Hayırda yarışan insanlar görecektim… Hele bu ağustos sıcağında insanlarda sabrı görecektim. Almanya’ya gittiğimde bunları anlatacaktım arkadaşlarıma, babamın bana anlattığı gibi… Bir İstanbul diyecektim ve ardından ah bir daha görsem diyecektim… Dostlarım dualarında İstanbul’u görme isteklerini ayıracaklardı… İşte bunları hayal ediyordum gelmeden önce, uçakta iken… Ama gel gör ki hayalde kaldı bunlar… Babamın anlattığı İstanbul artık yoktu… Müslümanım diyenlerin oruçlu biri var mı yanımda hissiyatına kapılmadan şakır şakır içtikleri suları mı anlatayım sana ey deniz, yoksa kahve önlerinde tüttürdükleri sigaraları mı? Hangisini söyler misin ey deniz hangisini anlatayım… Lokantaların dışarıya masa atıp servis açmalarını mı anlatayım. İşte görüyorsun ey deniz babamın anlattığı İstanbul’dan eser kalmamıştı şimdi. Keşke İstanbul’a gelmeseydim de küçükken hayalimde canlandırdığım o şehirle yetinseydim. Keşke burada Müslümanların Müslümanlıktan bihaber olduklarını görmeseydim. Birde biliyor musun ey deniz...? Tutmayanlar kendilerine bir ramazan fetvası uydurduklarını… Birde bunun yanında her yerde ramazan eğlenceleri şeklinde afiş asmışlar. Haklarıda var gerçi (!) tıka basa yedikleri öğle yemekler ve güneşin altında oruçluların gözü önünde şakır şakır içtikleri sular sonucunda yorulmuşlardır. Bu yorgunluklarını atmaları gerekir, bunun içinde akşam eğlenmeleri gerekir… Takva ayını eğlence ayına çevirmeleri gerekir… Yazık ey insanlar yazık… Babamın İstanbul’unu ne hale getirdiniz. Anlaşılan sadece mücahitlikten müteahhitliğe soyunmamışsınız, müteahhitliğin yanında birde eğlence insanlığına soyunmuşsunuz… Elveda İstanbul elveda… Duy beni ey deniz duy… Soyadım gibi kartal olup uzaklaşmak, geldiğim yere geri gitmek istiyorum…
İşte böyle bitirmişti güncesini Fatih Kartal ve soyadı gibi kartal olup gitmişti bu şehirden… Gerçek İstanbul’dan hayalindeki İstanbul’una doğru…
İstanbul’a bu sabah geldim. Ramazanı İstanbul’da geçirmek istedim. Biliyor musun ey deniz bu benim İstanbul’a ilk gelişim. Önceden babam anlatırdı İstanbul’u. Muazzam bir şehir derdi İstanbul için. Üç medeniyete başkentlik yapmış ve sanatçıların kalbini çalmış derdi. Kimler şiirlerinde İstanbul’u anlatmamıştı ki… Mehmet Âkif’ten Necip Fazıl’a, Sezai Karakoç’tan Taab-ı Dimaği’ye kadar birçok şair anlatmıştı İstanbul’u… Bende hep merak ederdim şairlerin şehrini. Hele birde ramazanını anlatırdı babam, İstanbul’un. Babamın bunları anlatması üzerine gelecek ramazanda İstanbul’da olmayı ümit ederdim. İşte bu ramazana kısmet oldu İstanbul’a gelmem. Oruçlu kişiler görecektim. Kâfilerlerin Müslümanlardan gizli yemek yediğini görecektim. Lokantaların “iftara kadar kapalıyız” yazılarını görecektim… Camilerin sabahları tıklım tıklım olacaklarını görecektim… Birbirine tebessümle yaklaşıp yardım eden insanlar görecektim… Hayırda yarışan insanlar görecektim… Hele bu ağustos sıcağında insanlarda sabrı görecektim. Almanya’ya gittiğimde bunları anlatacaktım arkadaşlarıma, babamın bana anlattığı gibi… Bir İstanbul diyecektim ve ardından ah bir daha görsem diyecektim… Dostlarım dualarında İstanbul’u görme isteklerini ayıracaklardı… İşte bunları hayal ediyordum gelmeden önce, uçakta iken… Ama gel gör ki hayalde kaldı bunlar… Babamın anlattığı İstanbul artık yoktu… Müslümanım diyenlerin oruçlu biri var mı yanımda hissiyatına kapılmadan şakır şakır içtikleri suları mı anlatayım sana ey deniz, yoksa kahve önlerinde tüttürdükleri sigaraları mı? Hangisini söyler misin ey deniz hangisini anlatayım… Lokantaların dışarıya masa atıp servis açmalarını mı anlatayım. İşte görüyorsun ey deniz babamın anlattığı İstanbul’dan eser kalmamıştı şimdi. Keşke İstanbul’a gelmeseydim de küçükken hayalimde canlandırdığım o şehirle yetinseydim. Keşke burada Müslümanların Müslümanlıktan bihaber olduklarını görmeseydim. Birde biliyor musun ey deniz...? Tutmayanlar kendilerine bir ramazan fetvası uydurduklarını… Birde bunun yanında her yerde ramazan eğlenceleri şeklinde afiş asmışlar. Haklarıda var gerçi (!) tıka basa yedikleri öğle yemekler ve güneşin altında oruçluların gözü önünde şakır şakır içtikleri sular sonucunda yorulmuşlardır. Bu yorgunluklarını atmaları gerekir, bunun içinde akşam eğlenmeleri gerekir… Takva ayını eğlence ayına çevirmeleri gerekir… Yazık ey insanlar yazık… Babamın İstanbul’unu ne hale getirdiniz. Anlaşılan sadece mücahitlikten müteahhitliğe soyunmamışsınız, müteahhitliğin yanında birde eğlence insanlığına soyunmuşsunuz… Elveda İstanbul elveda… Duy beni ey deniz duy… Soyadım gibi kartal olup uzaklaşmak, geldiğim yere geri gitmek istiyorum…
İşte böyle bitirmişti güncesini Fatih Kartal ve soyadı gibi kartal olup gitmişti bu şehirden… Gerçek İstanbul’dan hayalindeki İstanbul’una doğru…
Katre-i Kulûb
TÜRK BİLİM ADAMI FUAT SEZGİN
Okumuşsunuzdur bir yerlerde veya duymuşuzdur birilerinden;
eski alimlerimizin, bilim adamlarımızın veya batılı bilim adamlarının ilim
öğrenmek için ne kadar çalıştıklarını ne fedakarlıklar yaptıklarını, sabırlarını
ve azimlerini... İbni Sina’nın çalışmalarından dolayı nerdeyse hiç uyumaması,
imam gazalinin yaklaşık 400 cilt kitap yazması, Edison un ampulü bulmak için
binlerce deney yapması örnek olarak gösterilebilir. Bu insanların çalışma
azmine ve özverilerine hayran olur onları örnek alırız. İşte bu karaktere sahip
olan son dönem ilim aşığı bilim adamlarımızdan biri Prof.Dr.Fuat Sezgin'dir.
Fuat sezgin dünyaca tanınmış bilim tarihi profesörüdür. Öncelikle kendisinin
çalışma azminden bahsedelim biraz. Bir röportajında üniverside iken hocasının
tavsiyesi ile günde 17 saat çalışmaya başladığını ve bu durumun 70 yaşına kadar
sürdüğünü söylüyor. 70 yaşından sonra ise çalışma saatini günde 13 saate
düşürmüş.Ayrıca kendisi bilim tarihi ile ilgili herhangi bir belge duyduğu
zaman dünyanın neresi olursa olsun oraya gider ve o belgeyi incelermiş. İnsanı
hayrete düşüren en önemli özelliği ise 27 tane dil biliyor olması.
Çalışmalarının en büyük iki eseri ise: İslam da bilim ve Teknik isimli bilim tarihi
kitabı (13 cilt) ve islamda bilim ve teknoloji tarihi
müzeleridir. (İstanbul Gülhane ve Almanya Frankfurt) Fuat Sezgin bu çalışmaları
ile dünyada göğsümüzü kabartan örnek alınası bir şahsiyettir.
Kısaca hayatı:
24 Ekim 1924’te Bitlis’te doğdu. 1943-1951 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Şarkiyat Enstitüsü’nde İslami Bilimler ve Orientalistik alanında öncü bir yere sahip olan Alman orientalist Hellmut Ritter (1892 - 1971)’in yanında öğrenim gördü. Hocasının, bilimlerin temelinin İslam bilimlerine dayandığını söylemesiyle bu alana yöneldi. çalışmalarına devam etti ve doçent oldu.
27 Mayıs 1960 askeri darbesi sırasında üniversiteden uzaklaştırılan ve 147’likler diye bilinen akademisyenler arasındaydı. 1961 yılında Almanya’ya giden Fuat Sezgin Frankfurt Üniversitesi'nde önce misafir doçent olarak dersler verdi. 1965 yılında Frankfurt Üniversitesi’nde profesör oldu. Çalışmalarına burada devam etti ve şu anda Goethe üniversitesi İslam Bilimleri Enstitüsü başkanıdır.
Fuat Sezgin bilim tarihimizin bilinmeyenlerini ortaya çıkarmıştır ve batı karşısında bilimde sözde ezikliğimizi (özellikle geçmiş için) ispatları ile bertaraf etmiştir.Kendisinin İslamda bilim ve teknik kitabı 5 cilt olarak kültür bakanlığı tarafından Türkçeye çevirilmiştir. Bu kitapta Amerika’nın Müslümanlar tarafından keşfedildiği gibi birçok gerçek belgelerle ispatlanmıştır. Bu konuyla ilgili şöyle söylüyor: 'Batı medeniyeti İslam medeniyetinin çocuğudur.'
Kendisi bilime olan katkılarından dolayı birçok önemli ödül almıştır. bunlardan bazıları: Almanya üstün hizmet madalyası, Türkiye bilimler akademisi şeref üyeliği, İran islami bilimler kitap ödülüdür.
Böyle insanlarda var ülkemizde...
Ömer Ali
DOĞDUĞUN YER Mİ? YAŞADIĞIN SEN Mİ?
İnsanoğlu var olduğu
andan itibaren yani Âdem (a.s.) yaratıldığından beri karşıt fikirlerin ve bunun
yansıması olan davranışların mücadelesi de var olagelmiştir. İyilik ve kötülük
yani Habil ile Kabil, iman ve küfr yani Musa (as) ve Firavun bu mücadelenin
birer savaşçısı olmuşlardır.
Hak dinde ve bozulmalara rağmen batıl dinlerde de bu mücadelenin varlığından bahsedilmiştir. "Allah, ona (şeytana) lânet etti. Ve (şeytan) şöyle dedi: "Ben mutlaka, Senin kullarından belli bir nasip edineceğim. Ve onları mutlaka dalâlette bırakacağım. Ve onları, mutlaka emaniyyeye (kuruntuya) düşüreceğim ve mutlaka onlara emredeceğim. Böylece onlar, mutlaka davarların kulaklarını kesecekler ve onlara emredeceğim, öyle ki mutlaka, Allah'ın yarattığını değiştirecekler. Ve kim, Allah'tan başka, şeytanı dost edinirse artık o, apaçık bir hüsranla hüsrana uğramıştır."(Nisa suresi; 118-119) Allah’ın Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) tarafından gönderilen hak din İslam bu mücadelenin varlığından bu ve benzeri ayetlerde böyle bahsetmiştir.. İnsanoğlunun mahşer günü iman edenler ve küfr edenler olarak ayrılacağı da Kur’an-ı Kerim’de haber verilmektedir.
Bizler, Müslümanlar olarak inanıyoruz ki MAHŞER GÜNÜ Allah Müslümanları kâfirlerden ayıracak ve Müslümanlara rahmet edecek, kâfirlere ise rahmet etmeyecek/azap edecek. Allah’ın mahşer günü kâfirlere rahmet etmeyeceğini nerden mi biliyoruz? "Şüphesiz, inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, onlar dünya dolusu altın fidye etseler bile bu, hiçbirisinden asla kabul edilmeyecektir. Onlar için elem verici bir azap vardır. Onların hiç bir yardımcıları da yoktur."(Al-i İmran suresi; 91) ayetinden biliyoruz. Peki İman edenlere ALLAH’ın mahşer günü rahmet edeceği nerden mi biliyoruz? "Allah, müminlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır: Allah yolunda çarpışacaklar da öldürecekler ve öldürülecekler. Bu, hem Tevrat'ta ,hem İncil'de hem de Kur'ân'da Allah'ın kendi üzerine yüklendiği bir ahittir. Allah'dan ziyade ahdine riayet edecek kim vardır? O halde yaptığınız alışveriş ahdinden dolayı size müjdeler olsun! Ve işte o büyük kurtuluş budur." (Tevbe suresi; 111) ayetinden biliyoruz.
Evet, Müslüman kardeşlerim müminler kâfirlerden farklıdırlar, ALLAH müminleri sever kâfirleri sevmez O Müslümanlara rahmet edecek kâfirlere ise etmeyecek, müminleri cennete kafirleri ise cehennemine koyacak.Ancak şunları bilmemiz gerekir ki kâfirlerde bizler gibi Âdem(as) ve Havva’nın soyundandır. Onlar da bizler gibi yer içer aynı havayı solurlar. Onları da ALLAH YARATTI. Birçok yönden -yaratılış yönünden ve dünyada tanınan avantajlar bakımından- kâfirlerle eşit haklara sahip olmamıza rağmen Allah niçin onları cehennemine bizleri cennetine koyacak?
İki insan arasındaki bu hayati fark bizim isimlerimizin Ahmet, Mehmet, Hüseyin, Oğuzhan; onlarınkinin ise George, Billy veya Smith olmasından kaynaklanmıyor veya Allah bizi –Müslümanları- Müslüman bir aileden doğduğumuz için veya anne babamızın yapmış olduğu salih ameller yüzünden, bize tolerans geçip cennetine koymayacak. Ya, peki niçin koyacak? Bizlerin kendisine ne derece itaatkâr olup olmadığımıza, belirlemiş olduğu sınırları çiğneyip çiğnemediğimize ve yapın dediklerini yapıp yapmadığımıza bakarak bizleri cennetine mi yoksa cehennemine koyacağını belirleyecek.
Bu yüzden biz Müslümanların Allah’a tam teslim olup Resulullah’ın ve sahabelerin yaşadığı İslamı yaşamaya çalışmamız gerekir. Ve bunun ilk aşaması olarakta Kur’an-ı boğazlarımızdan aşağıya ndirip kalbimize tesir etmesini sağlamamız gerekir. Ki böylece Allah’a teslim olmuş oluruz. Şunu unutmayın ki; ALLAH’ın bize rahmet etmesi için teslim olmamız gerekir. Nisa suresi 136. "Ey iman edenler Allah’ın gönderdiğine iman ediniz"
Ayeti kerimesinde ki
iman edenler olara iman etmemiz gerekir.İnşaallah gerçekten iman eden müminlerden oluruz…Esselamu Aleyküm…
Oğuzhan KANLI
KÜRT MÜ? TÜRK MÜ? HANGİSİNİ SEÇTİN?
Hangisini seçtin diye bir soru ancak sunulan seçenekler arasından seçim yapan
kişilere yöneltilebilir.Bu soru cümlesini sorduktan sonra konuyla ilgisine
geçmek istiyorum .Yıllardır süren ,birilerinin etnik köken farklılıklarını
kullanarak çatışma ortamı oluşturmasına değinelim .Bunların en temel
sebeplerinden birinin islamı anlayamamak diğerinin ise dış güçlerin binbir
türlü hilelerini görememek olduğunu düşünüyorum .Yıllardır anadolu
topraklarında kardeşçe yaşamış bu insanların,bu gün bu zihniyete gelmeleri ne
kadar elem vericidir.Artık öyle bir imaj çizilmiş ki ,aynı ülkede ,aynı ilde
,aynı okullarda yıllarca beraber okumuş insanlar birbirleriyle gergin ve kopmak
üzere olan bir iple ilişki kurmaktadırlar.Kendini milliyetçiliğe kaptırmış
insanlar sen kürtsün (potansiyel terörist) ,sen türksün (işgalci) gibi bir
bakış açısıyla bakar oldular.Bu mevzuların metropolde büyümüş insanlarımız
arasında olması bu zihniyete sahip olmalarıda şaşırtıcı.Çünkü yıllarca aynı
binada yaşamış,aynı okullarda okumuş aynı marketlerden alış veriş
yapmışlar.Kendi etnik kökenine ait belirgin özelliklerini kaybedip birbirlerinden
birşeyler almışlar.Öyle diyaloglara şahit oldum ki yanındaki arkadaşı kürt
olmasına rağmen haberlerden duyduğu terör olaylarına sinirlenip’Bu kürtler ne
şerefsizler’ diyebiliyor.Oysa yanındaki arkadaşını çok seviyor ama yinede
genelleme yapıyor yada tezgahı göremiyor.Bizler müslümanız ve müslüman
olmamızdan kaynaklanan bir ümmet anlayışımız var.Müslüman ümmetini
kayırır,onlar için faydalı olmaya çalışır ,adil davranır, kimsenin hakkını
yemez,kürt haksızsa bir kürt türke hakkını verir,yanlışa sırf kendi ırkından
diye doğru demez.Atalarımız hiç bir ırkın hakkını yememiş ,gayri müslimlere
zulüm etmemiş.Bu anlayışla yüzlerce sene birçok milleti bünyesinde
barındırmış.Allahın '' EY İNSANLAR, BİZ SİZLERİ, BİR ERKEK VE BİR KADINDAN
YARATTIK VE BİRBİRİNİZ İLE TANIŞASINIZ DİYE SİZİ ŞUBELERE (ırklara) VE
KAVİMLERE AYIRDIK. ŞÜPHESİZKİ; ALLAH YANINDA EN ŞEREFLİNİZ, TAKVADA EN İLERİ
OLANINIZDIR'' Hucurat/13,ayetine uyarak hiç bir ırk için üstün veya aşağı ırk
muamelesi yapmamışlar.Üstünlüğün ancak takvayla mümkün olduğuna iman
etmişler.Bizlerde aynı yolda gidip, şuurlu müslümanlar olmalıyız.Yine ‘Muhakkak
ki Allah; kendi uğrunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf halinde savaşanları
sever. ‘(saf /4) ayetinde bildirdiği gibi müslümanlar ayrılığa değil aksine
sağlam bir şekilde birbirlerine kenetlenmelidirler. Fahri kainat efendimizin
(sav), ırçılık konusunda ki şu hadise kulak vermek gerek:
"ırkçılık
vadasına kalkışan bizden değildir, ırkçılık üzere savaşa kalkışanda bizden
değildir" diye emretmiştir.(Müslim, İmare 53,54,57). Müslüman olmamızdan
ötürü bunlara inanmalıyız.Onun haricinde ise akılla milliyetçiliğin ,ırkçılığın
anlamsız birşey olduğunu çok rahat kavrayabiliriz.Girişte sorduğum gibi türk
,kürt hangisini seçtin?Bu soruya verilecek bir cevap yok.Çünkü bize sunulan
seçenekler yok.Kendimizin seçemediği birşey bize nasıl diğerinden üstün olmayı
getirebilir?Nasıl diğerini hor görmeyi ,dışlamayı getirir?Bunu sağlıklı
bir zihin kabul etmez.Biz ümmet olarak bu yemleri yutmamalıyız.Kendimizi
şuurlandırmalı bu şuuru kendimizden sonra gelecek nesle bırakmalıyız.Aksi
taktirde bu kan ,göz yaşı durmayacak.Birileri bizi birbirimize kırdırmaya devam
edecek.
ALLAH
BU YOLDA AYAKLARIMIZI SABİT KILSIN.
Mehmet GENÇOSMANOĞULLARI
HACC
Kâbe’nin siyah örtüsü, ona yapışmış insanları ve bir beyaz güvercini içeren
-Hasan Aycın tarafından hazırlanan- kapağa sahip olan, Ali Şeriati’nin üç hacc
ve bir umre sonucunda kaleme aldığı Hacc adlı eseri, Farsça’ya ve Türkçe’ye
hâkim olduğunu kitabı okurken fark ettiğimiz Mustafa Çoban tarafından tercüme
edilerek Özgün Yayınları tarafından basıldı…
Abdullah Yıldız Hoca “Namaz:Bir Tevhid Eylemi” adlı kitabıyla ilmihal bilgisi dışına çıkarak namazın içinde barındırdığı fonksiyonu/manasını vurgulayarak, namazın yatıp kalkmaktan ibaret bir ibadet olmadığını tam tersine bir tevhid eylemi olduğunu bu kitapta belirtmiştir.
Abdullah Hoca’nın namaz için yaptığı bu vurgunun aynısını Ali Şeriati’nin Hacc adlı esrinde hacc için görüyoruz. Ali Şeriati bu kitabında hacc kelimesinin, ibadetinin ve bu ibadetlerin farziyeti olan Niyet, Mikat’ta Namaz, Muharremat, Kâbe, Tavaf, Hacer’ul-Esvaed ve Biat, Makam-ı İbrahim, Sa’y, Arafat, Meş’ar, Mina, Şeytan Taşlama ve Savaş, Kurban ve Bayram kavramlarının barındırdığı fonksiyonları da açıklıyor. Hacca ve ya umreye gitmek isteyenlerin gitmeden önce ve gidip geldikten sonra “Hacc” ı okumaları gerektiği kanaatindeyim. Şeriati kitabı “Hacc’dan daha büyüktür: Şehadet” adlı bölümle bitirtiyor. Rabbimden isteğim diğer ibadetlerinde ilmihal bilgisi dışında barındırdığı fonksiyonları açıklayan kitapların kaleme alınmasıdır…
Kitaptan Bazı Notlar:
“Kur’an’ı yok edemediler ve onu kapattırdılar “kitab” ı “mukaddes bir şey” haline dönüştürdüler. Onu yeniden bir “kitap” yapalım, “okunan bir kitap” ! Kur’an zaten “okunan kitap” tır.” (sf:12)
“Hacc amellerdeki formel kalıplara gösterilen titizliğin, vesveseciliğin, kılı kırk yarmanın, fanatizmin binde biri kadar olsa bir mana ve muhteva anlayışı sergileye bilseydi! O zaman Hacc her yıl, gerçek bir eğitim kursu haline gelebilirdi.” (sf:17)
“Hacc, müteşebih bir harekettir.” (sf:19)
“İsmaillerin fidyesini bizzat İbrahim’im İlahı ödeyecektir. Çekinme, öldürmüyorsun, İsmail’ini yitirmiyorsun. Maksat şu; iman yolunda kendi İsmail’ini, bizzat kendi ellerinle boğazlama noktasına kadar ileri gitmen…” (sf:67)
“Hacc, Kâbe’ye gitmek değil, Kâbe’den gitmektir…” (sf:67)
“İhtişam, bakışında olmalı, baktığın şeyde değil” (sf:94)
Abdullah Yıldız Hoca “Namaz:Bir Tevhid Eylemi” adlı kitabıyla ilmihal bilgisi dışına çıkarak namazın içinde barındırdığı fonksiyonu/manasını vurgulayarak, namazın yatıp kalkmaktan ibaret bir ibadet olmadığını tam tersine bir tevhid eylemi olduğunu bu kitapta belirtmiştir.
Abdullah Hoca’nın namaz için yaptığı bu vurgunun aynısını Ali Şeriati’nin Hacc adlı esrinde hacc için görüyoruz. Ali Şeriati bu kitabında hacc kelimesinin, ibadetinin ve bu ibadetlerin farziyeti olan Niyet, Mikat’ta Namaz, Muharremat, Kâbe, Tavaf, Hacer’ul-Esvaed ve Biat, Makam-ı İbrahim, Sa’y, Arafat, Meş’ar, Mina, Şeytan Taşlama ve Savaş, Kurban ve Bayram kavramlarının barındırdığı fonksiyonları da açıklıyor. Hacca ve ya umreye gitmek isteyenlerin gitmeden önce ve gidip geldikten sonra “Hacc” ı okumaları gerektiği kanaatindeyim. Şeriati kitabı “Hacc’dan daha büyüktür: Şehadet” adlı bölümle bitirtiyor. Rabbimden isteğim diğer ibadetlerinde ilmihal bilgisi dışında barındırdığı fonksiyonları açıklayan kitapların kaleme alınmasıdır…
Kitaptan Bazı Notlar:
“Kur’an’ı yok edemediler ve onu kapattırdılar “kitab” ı “mukaddes bir şey” haline dönüştürdüler. Onu yeniden bir “kitap” yapalım, “okunan bir kitap” ! Kur’an zaten “okunan kitap” tır.” (sf:12)
“Hacc amellerdeki formel kalıplara gösterilen titizliğin, vesveseciliğin, kılı kırk yarmanın, fanatizmin binde biri kadar olsa bir mana ve muhteva anlayışı sergileye bilseydi! O zaman Hacc her yıl, gerçek bir eğitim kursu haline gelebilirdi.” (sf:17)
“Hacc, müteşebih bir harekettir.” (sf:19)
“İsmaillerin fidyesini bizzat İbrahim’im İlahı ödeyecektir. Çekinme, öldürmüyorsun, İsmail’ini yitirmiyorsun. Maksat şu; iman yolunda kendi İsmail’ini, bizzat kendi ellerinle boğazlama noktasına kadar ileri gitmen…” (sf:67)
“Hacc, Kâbe’ye gitmek değil, Kâbe’den gitmektir…” (sf:67)
“İhtişam, bakışında olmalı, baktığın şeyde değil” (sf:94)
Katre-i Kulûb
THE LETTER
Arrived to Istanbul in the middle of the
night, wasn't comfortable, excited as I was when I left Dubai !
Nothing looked like I expected, shops are closed, no one is in the
streets, I started to question my trip to Turkey ,
especially that I came alone!
On the way to Taksim, I experienced a lot of mixed emotions, didn't know
whether I was happy or afraid, confused or interested, but I am sure that most
of my emotions were combined with being terrified, why not? It is 4:30 in the
morning, everything is dark, I am in a new country, never came here before, I
don't know where is my hostel exactly!
But, from out of nowhere, I see a light coming from far away, didn't
know what is that, but it caught my eyes, and kept looking at it until I got
close to it, and there it is, a mosque, never in my life felt such peace! Never
in my life expected that a mosque would make me feel so relieved! That is the
moment that assured me that this trip will be amazing, no matter what happens,
and since everything started to become good, I started to see policemen every
10 minutes, which made me feel that this place is safe, no need to panic, so I
decided to relax, light a cigarette, and enjoy looking at the most beautiful
city I've ever seen, and the city paid me back my interest, Galata Tower, then
Galata Bridge, along with the water beneath and the sleeping ships waiting for
a busy morning, the deeper I got into SultanAhmet, the sweeter the trip got.
Woke up in the morning and decided to explore the city, started to
compare the differenced between what I see in Dubai, and what I am seeing in
Istanbul, the history shows in every corner of the city, the buildings are
ancient, traditional and authentic, I got used to see high buildings in Dubai,
Istanbul's buildings weren't as high but were high with pride, both beautiful
cities, 180 degrees different type beauty!
Started to feel like I am home, everyone loves Palestinians; everyone is
shaking hands and smiling in my face once they know that I am from Palestine ! I was really shocked I discovered that they
know that much about Palestine , they even know
about my city Yafa ( Jaffa ) they even knew that
it is known for the most delicious oranges!
I can't really summarize my trip in one page, not even two or three
pages, I will need to write a book about it, it was the perfect trip anyone
looks for, amazing weather, food, people, city and atmosphere, ended up making
best friends, no, no, not friends BROTHERS that I'll never forget.
Salamu Alaikum to my generous true brothers in Istanbul ,
who may be gathering now in Tea Garden Cafe, drinking elma çayı and playing
tavla.
Teşekkür
ederim for the best trip I ever imagined to have. You will always be in the
heart.
Khaled
ElJarieh.
**********
MEKTUP
Gece yarısında istanbula vardım.Rahat
değildim.Dubaiden ayrılıken ki gibi heyecanlıydım.Hiçbirşey umduğum gibi
görünmüyordu,mağazalar kapalı,caddelerde kimsecikler yoktu.Türkiye’ye yaptığım
bu gezimi sorgulamaya başladım,özellikle
neden yalnız gelmiş olmamı.Taksime gitmek için yola koyulduğumda ,birçok farklı
duygular içerisindeydim.Bilmiyordum acaba mutlu muydum ya da korkmuş muydum,şaşırmış
mıydım yada meraklı mıydım ,ama eminim ki duygularımın çoğu art arda sıralanarak
dehşet verici bir hal alıyordu.Neden almasın ki? Sabahın dördü, her yer
karanlık, yeni bir şehirdeyim daha önce hiç gelmemiştim ve hotelimin tam olarak
nerde olduğunu da bilmiyordum. Fakat sonra,uzaklardan gelen bir ışık gördüm,ne
olduğunu bilmiyordum ama gözlerimi almıştı.Ona yaklaşıncaya kadar gözlerimi
ayırmadım ve oradaydı,bir camii,hayatımda hiç böyle bir hisse,duyguya
kapılmamıştım ve o camiinin beni bu kadar çok rahatlatacağını ummamıştım.İşte o
an gezimin inanılmaz geçeceğinden emin oldum.Sonra herşey daha güzel olmaya
başladı.10 dakkada bir heryerde polis görmeye başladım.Bu mekanın benim için
güvenli olduğunu hissettim. Panik yapmaya gerek yoktu.Rahat olmaya karar verdim
ve bir
cıgara yaktım.Gördüğüm en güzel şehri izlemenin keyfini çıkardım.Şehir
iyice ilgimi çekti.Galata kulesi ,altında suyun boylu boyunca uzandığı Galata Köprüsü.Sabahın
yoğunluğunu bekleyen gemiler.Sultanahmet’e ve şehrin daha da derinlerine girmem gezimi daha tatlı hale getirdi.Sabah
kalktığımda şehri keşfetmeye karar verdim.Dubai ve İstanbul’da gördüklerimi
karşılaştırmaya başladım .şehrin her köşesi tarihi anlatıyordu.Binalar tarihi,kültürel ve
otantikti.Dubaide yüksek binaları görmeye alışmıştım.İstanbul’dakiler o kadar yüksek
değildi fakat çok görkemliydi. 180 derce farklı güzelliklere sahip,iki güzel
şehir.Daha sonra kendimi evde gibi hissetmeye başladım .Herkes Filistin’i
seviyordu.Filistin’li olduğumu öğrenen herkes elimi sıktı ve yüzüme güldü.Filistin
hakkında bu kadar çok şeyi bilmeleri beni şaşırtmıştı.Ayrıca şehrim yafayı
bilmeleri ve en lezzetli portakalların yetiştiğini bilmeleri….gerçekten gezimi
bir sayfada özetleyemem, iki, üçte yetmez.bir kitap yazmaya ihtiyacım olacak
bunun hakkında.Mükemmel bir geziydi müthiş bir hava ,yemekler,insanlar,şehir ve
atmosfer,bitiminde iyi arkadaşlar edinme,yok yok ,arkadaş değil unutamayacağım
KARDEŞLER edinmeyi arayan biri için.Selamun aleykum benim istanbul’da belki
şimdi çay bahcesinde birlikte olan ,elma çayı içen, tavla oynayan cömert,gerçek
kardeşlerim.
'teşekkür
ederim'hayalimdeki en güzel gezi için.her zaman kalbimde olacaksınız.
Khaled
ElJarieh.
Çeviri: Mehmet GENÇOSMANOĞULLARI
FARKLI BİR TEKNİK
Okuldan bir arkadaşla muhabbet esnasında farkına vardığım bir durum var: Aklıma gelen her şeyi birden bire söyleyince baya bir eğlenceli, yergi cümlelerinin bulunduğu ve beni etki altına alan bir takım olayların açığa çıktığı bir hal alıyor sözlerim.
Daha önce denenmiş midir bilmem ama aynı uygulamayı bir de kağıt üzerinde deneyeyim diyorum.
Ve işte başlıyoruz…
-Sayfa bitince yeni sayfaya geçtim. Sanki daha hiçbir şey yazmamışım gibi geldi birden. Bazen sabahları uyandığımda da oluyor. Sanki daha hiç yaşamamış ve sanki masum,dünyaya daha yeni merhaba demiş bir insanmışım gibi geliyor.
-Bu günlerde gene askerle hükümet arasında acayip bir çekişme var. Emekliliğine az kalmış generaller emekli olmadan atanmanın peşindeymiş. Hükümette, “Vakti zamanında siz cumhurbaşkanının girdiği salonda ayağa kalkmamıştınız.” deyip. Onların atanmasına karşı çıkıyormuş. Yahu sen emekli ol belki sanatla uğraşırsın. Bak Kenan Paşa’ya ressam oldu. Nü tablolar bile çizdi. Aaa doğru ya! Türkler savaşçı millet. Bizim sanatımız savaş sanatı…
Şimdi sıradaki savaş atanacak-atanmayacak savaşı.
-Bence tramvay,otobüs,metrobüs, kısacası toplu taşıma araçlarında yeni bir düzenlemeye gidilmeli. Bayanlara ayrı araç tahsis edilmeli. Galiba tehlikeli sularda yüzmekteyim şu anda. Ayrımcılık yaptığım düşünülmesin. Vallahi niyetim iyi. Fortçuluğun önünü kesmek istiyorum sadece.
-Sabah ezanı daha bir etkiliyor beni.
-Ölmek hak.Öldükten sonraki hayatta hak. İnşallah Rahim olan Allah bizleri nur cemali ile şereflendirdiklerinden eyler. Sevdiklerimizle cennetinde kavuşmayı bahşeder.
-Şu sigara paketlerine resim konuldu ya,acaba sigara satışlarında azalma oldu mu çok merak ediyorum.
-Aaa! Sigara ve üzerindeki resimler demişken; bir resim var ki harbiden etkilenmiş durumdayız. Yazarlarımızdan Muhammed Şükrü’ye acayip benzeyen, koma halinde bir genç resmi var. Daha hiçbir bakkal üzerinde o resim olan paketten satabilmiş değil bizlere.
-Bu günlerde hep “Havalar da çok sıcak. Ramazan’da kapıda. Bu sıcaklarda nasıl oruç tutulur.” sözünü işitir oluyorum. Ama eminim ki, kalkıp biri bu sözü söyleyenlere dese “ Bak kardeş şuradaki bir kamyon tuğlayı şu binanın 15.katına çıkar. Sana 10 bin TL.” Bizimki derki “ Haydi bismillah”.
Zor koşullarda gelen çok paraya itiraz yok. Söz konusu ibadetler olunca, nedense çok korkutucu oluyor. Ah şu maddeci ve maddiyatçı mahluklar. Yazıklar olsun!
-Bu teknikle yazının sonu hiç gelmiyor galiba.
-Ama kalem benim elimde. (Yukarıdaki düşünceme)
-“Bir çiçekle bahar olmaz ama her bahar bir çiçekle başlar.” Bu sözü çok seviyorum.
-“Göklerde ve yerde olanları bilir. Gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı da bilir. Allah kalplerde olanı bilendir.” (Teğâbun suresi / 4)
-Yaptıklarımıza şahit, şems ve ay. (Yunus Özyavuz)
-Bu dünya hayatı tek biletten ibaret. Bedenimiz kağıt. Amelimiz kalem. Kalemi gelişi güzel bir şekilde kağıt üzerinde dolaştırmak; karalamaktan, kalemi kırmak ise sayfayı bomboş bırakmaktan başka ne işe yarar?
-Unutulmayacak tek yüz; anne yüzüdür. (Hz.Muhammed s.a.v.)
-Güçsüz daima adalet ve eşitlik ister. Oysa bunlar güçlünün umurunda bile değildir. (Hz.Ali r.a)
- "Giydikçe açılır" diyen tezgahtara,
“Uzadıkça şekil alır” diyen kuaföre, ve
“Zamanla unutursun” diyen arkadaşa;
İnanmak gelsede içinden inanma ! (Yılmaz Erdoğan)
-Yaş otuzbeş yolun yarısı dedi Sıtkı Tarancı yetmişini göremeden kırkaltısında teslimdi ruhu. Yarına çıkacağım garantiymiş gibi, yaş yirmi yolun yarısı diyebilir miyim acaba?
-Hayatın bir film şeridi gibi gözlerin önünden akması için ölümle burun buruna gelmek mi lazım?
Pek konu bütünlüğü olduğu söylenemez ama uzun uzadıya tek konu üzerinden gitmekte bazen sıkıcı oluyor. Ömür hızla akıp geçerken,akıllarımızdan düşünceler de aynı hızla akıp geçmekte. (Saplanıp kalan düşünceleri tenzih ediyorum elbette.) O halde hızlıyı yakalamanın bir yolu da bu teknikmiş gibi geliyor bana. “Hızlı yaşa,genç öl” vari hayat felsefeleri edinmiş değilim. Aman yanlış anlaşılmaya.
TAAB-I DİMAĞÎ
SENSİN EFENDİM
Efendim
Gözlerim
ağrıyor
Issız
bir yolda ilerliyor
Korkarak
İnci
taneleri kalbime
Hasret
sarıyor
Her
yanımı
Sar
beni ellerinle
Sar
Sımsıkı
Düşmüş
sanki
Saçıma,
sakalıma beyazlar
Halbuki
Altmış
üçüme daha çok var
Merak
ediyorum
Nasıl
yaşıyor
Seni
bilmeden bu şehir
Yazıyorum
Hatırlasınlar
diye şiir
Dökülüyor
mısralar
Kalemimden
damla damla
Yazdıklarıma
bakıyorum
Bir
kelam
Aşk
diye
Benim
için aşk
Ne Züleyha, ne de Leyla...
Aşk, benim için
Sensin Efendim
AŞKÎ
PERVANE MİSALİ
Bir
pervane misali
Yanacağımı
bile bile
Yaklaşıyorum
ışığa çaresizce
Işık
dünya
Bense
pervane
Sonumu
hazırlıyorum ellerimle
Pervane
aşık iken ışığa
Ben
sadece tutsağım dünyaya
Dünya
sahip bir miada
Ölüm,
muhakkak yakındır bana
AŞKÎ
UZAKTAKİ SES
Uzaklardan bir ses gelir… Sessizliğin içinden gelir bu ses… Kulağımızla
duymayız bu sesi… Ama kalbimizle hissederiz … Kalbimizin hissetmesiyle bu sesi;
uzaklar, yakın olur bir anda… Ama yakınlarda uzak olur aynı zamanda… Nasıl bir
şey bu ey Tâlib? Bu öyle bir şey ki yakındakiler konuşur, duymazsın… Hareket
ederler, hissetmezsin… Gözlerin, bedenin ve en önemlisi kalbin kilitlenir bu
sese ey Tâlib… Kulağının duymadığını kalbin nasıl mı duyar ey Tâlib? Rüyayı
bilirsin ey Tâlib… Göz görmez rüyayı ama kalbin hisseder/görür rüyayı… Bu seste
rüya gibidir ey Tâlib… Hani rüyada iken yakındakilerini hissetmezsin ya… İşte
bu seste rüya ile aynı fonksiyonu üstlenir ey Tâlib… Kimin mi bu ses ey Tâlib?
Bu ses ey Tâlib uzaktaki yakının sesi… Terkedip gidenin sesi… Özlediğinin sesi…
Geçmişinin sesi… Geleceğinin sesi… Ölümün sesi… Sevdanın sesi… Şehadetin sesi…
Özlemin sesi.. Bülbülün sesi… Belki de senin sesin… Bu sesin dışa yansıması mı
nedir, ey Tâlib?
Bir feryad yükselir sessizlikten
Duymaz kulağım feryadı, hisseder kalbim
Hisseden kalbim, dikenleştirir tüyleri
İşte o zaman boşanır yağmur taneleri…
Bilmem anlata bildim mi ey Tâlib…
Duymaz kulağım feryadı, hisseder kalbim
Hisseden kalbim, dikenleştirir tüyleri
İşte o zaman boşanır yağmur taneleri…
Bilmem anlata bildim mi ey Tâlib…
SİZ Kİ…
-Toplaaaaaaaaaaaaaaaaaan
-Buyur şizofren…
-Konuşma yapacağım bugün size…
-Emredersin şizofren…
Ey bu vatan uğruna canını dişine katıp hayırlı evlatlar
yetiştiren arkadaşlar!
Siz ki bu vatan için on yılda on beş milyon genç
yetiştiren arkadaşlarımsınız…
Siz ki on yılda enaniyetli bir yaşam tarzını benimsemiş,
bana dokunmayan yılan bin yaşasın şuuruyla bilinçlenmiş, tarihine hakaret eden
gençlik kategorisine girmiş, sekülerizmi hayat felsefesi olarak ilan etmiş,
medeniyeti giyim tarzında arayan, idealsizler arasına girmiş, vicdanlarını
susturmak için kendilerini metalica’ya vermiş, çevresindekilerine sanki
Sibirya’dan esmiş rüzgârlar gibi soğuğu savuran, vurdum duymaz on beş milyon
genç yetiştirdiniz her yaştan…
Siz ki batının taklidi olmaya can atan arkadaşalarımsınız…
Siz ki batının fiziğini ülkemize yerleştirmek uğruna
canınızı vermeye dair ant içtiniz…
Siz ki kendi ceplerinizi doldurmak için milleti açlığa
sefilliğe mahkûm ettiniz…
Siz ki halka rağmen halk için inkılâplar getirdiniz…
Siz vazifenizi en iyi şekilde yerine getirdiniz… Tebrik
ederim… Tebrik ederim…
-Bravo şizofren… En iyi şizofren bizim şizofren…
Katre-i Kulûb
İSTEDİĞİMİZ YERDE DEĞİLSEK…
Hepimizin bazen hayat enerjisi düşer, yaşam yorgunu oluruz. Çoğumuz önümüzdeki şartlara ve elimizdeki imkanlara bakar, olmak istediğim yerde değilim ve bu durumu degiştirmekte elimde değil deriz. Kaderin böylesine yazıklar olsun’dan başlayıp arabesk sözlere sığınırız.
Böyle zamanlarda arabeskten atalete savrulur birçoğumuz. Nedir atalet halinde yaşamak? Bir işte başarılı olmak isteriz. Başarılı olmak için neler yapmamız gerektiğini de biliriz.Bunları niçin yapmamız gerektiğini de biliriz.İstersek nasıl yapacağımızı da biliriz.Yapmamakla neler kaybedeceğimizi de biliriz. Yapsak ta neler kazanacağımızı da biliriz.Yani yapmamız halinde neler kazanacağımızı,yapmamamız halinde de neler kaybedeceğimizi çok iyi biliriz. Ama bunları bir türlü dışa vuramayız. Bunun nedeni ise: her konuda kazanmak istediği, insanın fıtratında var olduğu içindir….
Yapmayı istediğimizi de söyleriz. Ama yine de hiçbir şey yapmayız. Bizi durduran atalettir.
Üzerinde ölü toprağı serpilmiş gibi yorgun ve yılgın bir halde yaşayan ataletli insanların iki karakteristik özelliği vardır:
1.Düşündüğünü yapmamak
2. Yaptığı üzerinde düşünmemek
Ataletle paslanmak yerine, yaptıklarıyla yıpranmayı tercih edenler göre: Hayat bir kayık , başarı ise bir balık gibidir .Balığın kayığa atlamasını beklememek gerekir.Kayık istediğimiz yerde değilse, kadere küsmek yerine küreklere daha fazla asılmak gerekir. Kayığın da karnı aç halinde yaşayanlara balık tutup vermek yerine, balık tutmasını öğretmek gerekir…
Muhammed Şükrü GÖKBAŞ
MANA
Geceleri bir başka olur İstanbul.
Kimsesiz sokaklar mekânıdır sessizliklerin.
Aslında o kadar da sessiz değildir bu şehir.
Haykırır sokakları; mehteri, yeniçeriyi,
Kırâathâneleri güzel sesli hafızları hatırlatır bilenlere.
Fatih’in inancını simgeler Ayasofya.
Ahmet’in sevgisini Sultanahmet.
Sinan’ın ustalığını Süleymaniye.
Eyyüb’ün arzusunu Eyüp Sultan.
Abdülhamid’in cesaretini, Yıldız.
Ve sabaha karşı daha bir başkadır İstanbul.
Gariptir ama büyük camilerinin tepesinde,
Uçuşur hala özgürlüklerini haykırırcasına martılar.
Besteler en güzel şarkıları, Boğaz’ında dalgalar.
Sabah’a karşı ayazı bile güzeldir bu şehrin.
Derken, böler sessizliği birden bire
Bütün şehrin üzerinden yükselen
Şânı yüce olana söylenen,
Tevhidi nakşeden, Bâtılı reddeden
Allâhu ekber, Allâhu ekber
Ansızın düşüverirsin,
Güzel sessizlikten
Daha güzel bir sessizliğe.
Giderek yaklaşır sona.
Ve gelir insan’a imâ
Hayye ale’s-salâh, Hayye ale’s-salâh
Hayye ale’l-felâh, Hayye ale’l-felâh
Es-Salâtü hayrün mine`n-nevm
Es-Salâtü hayrün mine`n-nevm
Allâhu Ekber Allâhu Ekber
Lâ ilâhe illâllah.
TAAB-I DİMAĞÎ
BU İNSANLAR
Sabah
oldu güneş açıyor bense kapalıyım
Böcekler
ve kuşlar ötüyor ben suskunum
Yine
sabah oldu tabiat canlanıyor ben yeni ölüyorum
Çiçekler
açıyor mis gibi bense pis kokular kusuyorum
Sabah
oldu dünya yeniden giyiniyor, ben çırılçıplak
Yeni
kalkan insanlar esniyor, bende yırtık gırtlak
Herkeste
yeni bi umut peydah oluyor bende “belki” bile yok
Haram
ya da helal rızık peşinde hepsi, bana lokma bile çok
Taze
güneş ısıtıyor bedenleri, ben üşüyorum soğuk soğuk
Onlar
yataklarında rahat benim zindanım boğuk boğuk…
Seviniyorlar,
bense nedendir acıyorum onlara
Gramlar
bile ağır geliyor bense sakayım kilolara
Ben mi
haklıyım yoksa onlar mı, elbet görülecek
Nedir,
korkuyorum bu şiirin sonu nereye gidecek.
Allahtan
Allah varda bu zihin yükünün bi anlamı var
Yoksa,
varda yok olurdum O’nun yerine şeytana
yar
Bu
mısralar gösterdi bana hayatlar gerçekten ironi,
Tutturmuş
çalıyor insanlar “acıya şaka” adlı senfoni.
Deliriyor
muyum neyim aklıma nereden geliyor bu düşünceler
Ne
kadar da optimistler ve iğrenç, düşüncesiz budala cüceler
Off bu
insanlar ,daha da çekilmez dert oldu sinir oldu yorgun başıma
Bi
çayımı bi de sigaramı verin bırakın artık gideyim dağların en başına
Niye
dolandı dilime bende bu ben kelimesi, ne uğruna
Allah’ım
cennet mi cehennem mi şimdi bu kuluna?
Allah
ım yalvarıyorum ne olursun bitirt bana artık şu şiiri
Öfkemin yüzünden senden uzaklaştıracaklar
yoksa bu piri.
Şiir
bitti iyi ki varsın mısralarım ama fikirler zihnimde derya deniz
Kapansın o halde
defterim kalsın boş sayfalarım şimdi tertemiz.
Ebubekir Turab
GODO'YU BEKLİYORUZ
Yatağımda bir sağa dönüyorum bir sola. Yastığın
birine sarılıyorum sonra onu bırakıp diğerine. Bir türlü uyku tutmuyor
gözlerim. Kafamda binlerce hayal ülkelerini teker teker kuruyor ve yıkıyorum. Sonra
, nedense farkediyorum ve kendime soruyorum: Neden gelmedi hala Godo? Yıllardır
Godo'nun gelmesini bekliyorum. Ama o bir türlü gelmiyor. Ani bir hareketle ,
sanki şartlanmış gibi yatağımdan kalkıyorum.Küçük el çantamdan kalemimi almak
için yelteniyorum.Neredeydi...Hah.İkinci fermuarlı gözün içinde, cüzdanımın
yanında kalem. Işığı açmıyorum, sanki odada bir büyü varda ışığı açarsam onun
kaybolacağından korkuyorum. Dolabımda yazacak sayfa ararken, liseden kalma
defterime elim ilişiyor.İçinde bir kaç boş sayfa var.Güzel bu işimi görür. Bunca
zamandır bu defteri niye dolabımda tuttuysam! Neyse en azından şimdi bi işe
yaradı. Zira karanlıkta boş sayfa bulmak epey zor olurdu. Ha...Sahi, niye
almıştım kalemi elime, ne yazacaktım? Biraz kafamı toplayayım.Evet şimdi oldu. Godo'yu
beklerken diye girip hayatlarımızı hep bir şeyleri bekleyerek geçirdiğimizi
anlatacaktım. Başlığı da iyi seçtim, gözü çarpan hemen, kapandaki peynirin
kokusuna aldanan hamster misali, başlığın verdiği sarhoşlukla okyanusun dalgaları
gibi olan kelimelerin, baş döndürücü hareketleriyle okyanusun ortasına
çekilecek diye düşünmüştüm.Bunu iyi akıl etmişim.Bilinir ki yazıyı okutan
başlığıdır öncelikle.
Neyse konuya gireyim artık. Yo
yo...İlk olarak merak edilibilitesi yüksek olan başlığı açıklığa kavuşturalım.Godo'yu
beklerken yani orijinal ismi Waiting For Godot, İrlandalı bir
yazar olan Samuel Beckett'a ait bir
oyun veya tiyatro kitabı.Kitapla ilgileniyor olmam kitabı okumamdan kaynaklanmıyor.En
azından zahmet edip özetini okumuş olmamdır.(Bu arada google da aramak o kadar
zahmetli ki!)
Kitabın başından sonuna kadar olan
iki kişinin diyaloglarında hep Godot beklenir.Ama Godo bir türlü gelmez.Yani bi
bekleyiş hikayesidir bu.Aslında neyin beklendiği okuyucuya bağlı,sadece
bekleyiş...
Vlademir : Gidelim.
Estragon : Gidemeyiz
Vlademir : Neden?
Estragon : Godot'yu bekliyoruz
Estragon : Gidemeyiz
Vlademir : Neden?
Estragon : Godot'yu bekliyoruz
Benim alakadar olduğum nokta bu
bekleyiş işte. Yani biz gençlikten yaşlanıncaya, kaar hep bir şeylerin
gelmesini bekleyerek geçiriyoruz.Hayatımızı idame ettirebiliyor olamamız bu
bekleyiş sayesinde aslında.Beklediklerimizin neler olduğunu burada saymama
gerek yok.Bunu zaten herkes kendi açısından teker teker sayabilir.Bekleyiş
insanın yaslandığı duvardır.Yani Godo geldiği zaman duvar da sahne de yıkılır,
kitap da hayatlar da biter.Birilerinin veya bir şeylerin gelmesini
beklemek.Keşke Godo hiç gelmese...
Bu arada bir düşünürün sözü aklıma ve
başıma geldi."Kalemimle düşünüyordum ben,çünkü kafam,elimin ne yazacağını
çoğunlukla hiç bilmiyor." L.
Wittgenstein. Ne için kalemimi aldım ne yazıyorum.Şimdi hak verdim herife…
Tam bunları düşünürken
camımdan tık diye bir ses geliyor. Gayriihtiyari,
-Godo, yoksa sen misin?
-Oh… çok şükür yağmur başlamış.
Ebubekir Turab
DERDİM DERMİSİNİZ?
Her insan yaşadığı
toplumun değer yargılarından, yaşam tarzından ve diğer bazı koşullarından etkilenir.
Peki, yaşadığı toplumun bir insandan veya bir gruptan etkilenmesi
nasıl olabilir. Bizler, yani müslümanların bu konuya kafa yorması gerektiğini
düşünüyorum. Yaşadığımız toplumun bizden etkilenmesi için bizlerin ne yapması
gerekir. Dünyevileşemenin getirdiği yaşam tarzından insanları "ne
yapıyoruz biz?" diye kendilerine sorması ve silkinebilmesi için biz
müslümanlar ne yapıyoruz, ne yapmamız gerekir? Toplum bir kişiden veya bir
gruptan nasıl etkilenir?
Bu soruşların cevabı ve bu durumun çaresi bilinçli bireylerdir, sorumlu şahsiyetlerdir, derdi olan insandır, ALLAH tan korkandır, verdiği sözde durandır ve verdiği en büyük sözü ALLAHA verdiğini bilendir.
Ben kendime sorduğum soruya bu cevabı verdim. İnşallah hepimizin de bu konu hakkında kendimize verdiğimiz ,aradığımız cevaplarımız vardır ve inşallah bu cevaplarımızı hayata geçiririz. ESSELAMU ALEYKÜM.
Bu soruşların cevabı ve bu durumun çaresi bilinçli bireylerdir, sorumlu şahsiyetlerdir, derdi olan insandır, ALLAH tan korkandır, verdiği sözde durandır ve verdiği en büyük sözü ALLAHA verdiğini bilendir.
Ben kendime sorduğum soruya bu cevabı verdim. İnşallah hepimizin de bu konu hakkında kendimize verdiğimiz ,aradığımız cevaplarımız vardır ve inşallah bu cevaplarımızı hayata geçiririz. ESSELAMU ALEYKÜM.
Oğuzhan KANLI
CEVAPLARA DOĞRU YÜRÜMEK
Herkes bir gün sorar
kendine:''Ben kötü biri miyim?'' bu sorunun cevabı kimin nazarındaki cevabı
aradığına bağlı.
Eğer bana soruyorsan bu soruyu,
bana yapmış olduğun bir kötülük hatırlamıyorum. Benim için iyisin. Ama kendine
yapmış olduğun kötülüklerden bir kaçını biliyorum. Ama sen gece gündüz,
''Söyle!'',''Söyle!'' diye yalvarsan da asla bunları sana söylemeye cesaret
edemem. Onun için, sen zaman zaman kendine yapmış olduğun kötülüklerin farkına
varacaksın.
Eğer bana ''Cesaret et o zaman''
diyorsan; ben de derim ki: Bazılarının telafisi için samimi bir pişmanlık ve
ardından içten bir dua yetecek. Bazıları için hiç bir şey gerekmeyecek. Unutup
gideceksin.
Eğer bana ''Anlamadım.'' diye
hala ısrar ediyorsan;ben de derim ki: Hiç kusura bakma. Söyleyemem. Yapamam.
Bahsettiğim doğrular, tesiri çok yüksek olan şeyler. Onları anlatmak için
muhteşem bir belagata sahip olmak gerekir. Bende bu yok!
Eğer bana hala ''Anlamadım'' diye
ısrar ediyorsan; ben de derim ki:
...
Cevapları şimdi arama.
Şu anda cevaplar sana verilemez,
Çünkü sen henüz onlarla yaşayamazsın.
Bu her şeyi yaşama meselesidir.
Şu anda senin,
Soruyu yaşaman gerekiyor.
Belki daha ilerde,
Farkına bile varmadan,
Günün birinde kendini
Cevabını yaşarken bulacaksın.
(Murathan MUNGAN)
Yaşadığın soruların cevabını bir gün kendin bulacaksın. Ben
anlatamam sana. Çünkü benim anlatmam cevabı değersizleştirecek.
Aldırmayacaksın. Bir kulağından girip bir kulağından çıkacak. Tesiri
kaybolacak. Onun için cevabı bulacağın günü beklemelisin ve cevaba doğru var
gücünle koşmalısın. Hatta gücünün tükeneceği zamanlar olacaktır. Nefesinin
kesildiği zamanlar, umudunun tükendiği. Ama adım atmaktan vazgeçersen, cevabına
ulaşamayacaksın.
Eğer bana ''Hangi konudan bile
bahsettiğini bilmiyorken, cevaba nasıl ulaşacağım?'' dersen; Ben de derim ki:
Hayatın her anı zihnimizin karanlıklarına kötü niyetli insanlar tarafından
yerleştirilmiş zihin kirletici soruların cevaplarını görmekle geçiyor. Mesele
arayış içinde olabilmek. Mesele, etrafa bakmasını bilmek. Mesele gözlerimizin
önüne çektiğimiz perdeleri kaldırmak. Mesele özüne inmeye çalışmak. Kendi
özüne. Yaradılışına. Nedenlerini belirlemek mesele. Geleceğinden emin olduğun o
günü, unutmamaktır mesele. Mesele yeri ve göğü kavrayabilmektir. Mesele sevgiye
ulaşabilmektir. Anlık mutluluklar değildir mesele.
Eğer bana ''Ya ulaşamıyorsam?''
dersen; ben de derim ki:
Ulaşamıyorsam diye bir şey yok. Gerekli olan kurtuluş
kaynağına ulaşabilme gücü, insanın yaradılışından yani fıtratından gelen bir
şeydir. Ulaşamıyorumcular ,yapamıyorumcular kendini kandırır ancak. Mesele
kendini kandırmama meselesi. Mesele farkında olduklarını kendine itiraf
edebilme meselesi. Mesele eğer huzuru bulma meselesiyse;kestirmeden gittiğinde
yaşadığın mutluluk değildir huzur. Mesele, uzun yollardan gitmektir huzura.
Kimi zaman yokuş çıkarken yorulduğun, kimi zaman düşüp dizini kanattığın,
yaralandığın, eline ayağına dikenlerin battığı engebeli yollardan ulaşmaktır
mutluluğa. Gerçek huzuru ancak böyle bulur insan. Mesele savaştığın şeyin
kutsallığının farkında olmaktır. Acısı olsa bile, derincene oflar çektirse
bile, huzurun içinden çıkmamasına budur sebep. Farkındalıktır önemli
olan.Farkında olmayı başarabilmek gerek.
Başarmak istiyorsan eğer bilmen gerekir
ki savaşı kazanmak için hep saldırmak gerekmez, komutanın dehası durması
gerektiği yeri bilmesiyle olur. Durman gereken yeri bilmektir mesele. Hep
saldırmak değil. Sen hep saldırdın. Savaşta verdiğin saçma kararlarla aldığın
yaraları da savaşın büyüklüğüne bağladın. Yani mesele ufak şeylere büyük
bahaneler üretmek değil. Mesele büyük savaşları kazanabilecek küçük yani
mütevâzi komutan olabilmekte. Mesele ''Senden büyük Allah var'' deyişini
unutmamaktır. Mesele dayanacak bir duvarın olmadığında ebediyen yıkılmayacak
olana dayanmayı bilmektir. Mesele karanlıktan korkmak değil. Mesele mum yandığı
zaman karanlığın sana göstereceklerinde. Mesele benim çok büyük bir derdim var
demek değil. Derdine dönüp benim çok büyük bir Rabbim var diyebilmek.
Yeryüzünün bütün dertlerine dönüp
haykırıyorum şimdi: Benim çok büyük bir Rabbim var. İşte bu büyüklüğü ilk önce
kendimize itiraf edebilirsek, “Ben kötü biri miyim?” sorusunun cevabını doğru
mercide aramış olursunuz.
Cevaplarınızı doğru mercide
aramanız ve en doğruya ulaşmanız dileğiyle…
TAAB-I DİMAĞÎ
TAAB-I DİMAĞÎ
NAMAZI KILMAYA DEĞİL NAMAZ İÇİN ÖLMEYE NİYET…
Niyet ettim ALLAH rızası için, namazım için ölmeye…
Bir
vakit namazını kılabilmek için gerekirse ölmeyi düşündün mü hiç?Ya da bir vakit
namaz için ölümü göze alır mısın? Kendimize böyle sorular sorduk mu hiç? Nasıl
da tereddütte kaldı değil mi zihnimiz? Bu ne biçim soru diye afalladı değil mi?
Vicdanınız ve nefsiniz kıyasıya bir münazaraya tutuştu bir anda, kafanızın
içinde. Sonra bir karar verdiğinizi düşündünüz. Kararınız hayır olunca vicdanınız,
evet olunca aklınız/nefsiniz kabullenmedi, değil mi? Vallahi Alimun Hakim, en
doğrusunu ALLAH azze ve celle bilir.
Tekerlemeye dönmüş namaz niyetleri,
kısaca-göstermelik yat-kalk namaz hareketleri, kolayca kazaya bırakılan
namazlar…Böyle yapılan ibadetlerin arasında herhalde yukarıda sorulan sorunun
cevabı vicdanlarda bir zelzele bile yapmaz.Herkesin bildiği bir kısas vardır:
Müslümanın biri otobüste giderken namaz vaktinin çıktığını fark edince şoföre;
-Namaz kılmak için durup mola verebilir miyiz der. Şoför
ise;
-Olmaz duramam, vardığımızda kaza edersin namazını der. Müslümanın
cevabı anlamlıdır;
-Ben (namazımı) kaza etmeden sen kaza edersen ne olacak…
Biz müslümanlar o kadar garip bir inanma
şekline sahip olmuşuz ki, birisinin böyle bir isteği komik, utanılacak, hatta
ve hatta alay edilecek bir durum olmuş. Beş vakit namazlı, (bakımlı) sakallı,
dindar insanların gözünde bile ibadet endeksli yaşamak garipsenir oldu. İşimizin
arasında namaza vakit ayırmak zor geliyor çoğu zaman.Oysa biz bu dünyaya
ibadetimizin arasına işi ‘anca şıkıştırabilmek’ için gönderildik.Çalışmakta bir
ibadettir diye hin bir düşünce akla gelmiştir muhtemelen.Ancak o namazı
dosdoğru yapıyorsak geçerli bir müjdedir, ya değilse kandırmacadan ibarettir.
Namaza en
azından öss sınavı kadar, en azından önemli gördüğümüz bir iş görüşmesi kadar ne
zaman önem vermemiz gerektiğini anlayacağız. İsrail zindanlarında Ahmet Yasin
olduğunuzu düşünün: Hapse yeni düşmüşsünüz, ibadet yasak, ne yapardınız?
Gardiyanın sizi gördüğü anda öldüreceğini bildiğiniz halde namazını kılar
mıydınız??????.......???????
Her an ölecekmiş gibi değil, her an şehid olmak için gibi yaşa.
Her insan ölümü
düşünmüştür az da olsa. Genellikle korkmuş, sonra bir daha düşünmemeye
çalışmıştır muhakkak.Peki inançlı insanlar ölümü her an düşünen değil
midir?Ölmek rabbe kavuşmak değil midir? O halde bunun kötü yanı neyde aklımıza
getirmiyoruz? Çünkü her an, ilahi ve gerçek son bizi bulacak olsa, şehid olacağımıza
inandığımız bir yaşamımız yokta ondan. O
halde, öyle yaşamalı ki, şehid olacağımızı, hem de her dakikamızda, kalben
hissebilelim. Şu an da gelsin ölüm, diyebilelim….
Ölüm ne yandan gelsin
Şimdi neylesin ölüm
Şehadet ikliminde çaresiz kaldım ölüm…
Ebubekir Turab
Kaydol:
Yorumlar (Atom)


