15 Şubat 2012 Çarşamba

KISA BİR HİKÂYE

Fatih’i bir anda buhranlar sardı… Ne yaptıysa bir türlü kurtulamadı bu buhranlardan… Ne kadar zihnini başka yöne çekmeye çalışsa da buhranlar izin vermiyordu kendisine… Biraz rahatlamak için kendini dışarıya attı… Artık ayaklarına yön veren kendisi değil ayakları kendinse yön veriyordu… Bir anda durup etrafa baktı… Acaba nereye gelmişim… Ayaklarım beni nereye sürüklemiş diye… Ayakları sahil kenarına fırlatmıştı kendisini… Takati kalmamıştı yürümeye… Takatini kesen yorgunluğu değil kendisini saran buhranlardı… Denizi seyretmeye başladı… Denizi düşündü aynı zamanda… İçinden kim bilir kendisini saran buhranlardan kurtulmak için derdini, tasasını, sıkıntısını dökmüştü denize diye geçirdi… Kaç kişi için sırdaş olmuştu bu damlalar… Öyle bir sırdaş ki kimseye açık vermeyen bir gibi tanımladı denizi o zaman… Fatih bunları düşlerken, deniz kendisine seslenir gibi oldu… Tasasını anlatmasını istedi sanki bir anda Fatih’ten… Ya da Fatih öyle zannetmişti… Ama Fatih dayanamadı artık ve başladı içini sırdaşı denize dökmeye… Güncesine başladı…

İstanbul’a bu sabah geldim. Ramazanı İstanbul’da geçirmek istedim. Biliyor musun ey deniz bu benim İstanbul’a ilk gelişim. Önceden babam anlatırdı İstanbul’u. Muazzam bir şehir derdi İstanbul için. Üç medeniyete başkentlik yapmış ve sanatçıların kalbini çalmış derdi. Kimler şiirlerinde İstanbul’u anlatmamıştı ki… Mehmet Âkif’ten Necip Fazıl’a, Sezai Karakoç’tan Taab-ı Dimaği’ye kadar birçok şair anlatmıştı İstanbul’u… Bende hep merak ederdim şairlerin şehrini. Hele birde ramazanını anlatırdı babam, İstanbul’un. Babamın bunları anlatması üzerine gelecek ramazanda İstanbul’da olmayı ümit ederdim. İşte bu ramazana kısmet oldu İstanbul’a gelmem. Oruçlu kişiler görecektim. Kâfilerlerin Müslümanlardan gizli yemek yediğini görecektim. Lokantaların “iftara kadar kapalıyız” yazılarını görecektim… Camilerin sabahları tıklım tıklım olacaklarını görecektim… Birbirine tebessümle yaklaşıp yardım eden insanlar görecektim… Hayırda yarışan insanlar görecektim… Hele bu ağustos sıcağında insanlarda sabrı görecektim. Almanya’ya gittiğimde bunları anlatacaktım arkadaşlarıma, babamın bana anlattığı gibi… Bir İstanbul diyecektim ve ardından ah bir daha görsem diyecektim… Dostlarım dualarında İstanbul’u görme isteklerini ayıracaklardı… İşte bunları hayal ediyordum gelmeden önce, uçakta iken… Ama gel gör ki hayalde kaldı bunlar… Babamın anlattığı İstanbul artık yoktu… Müslümanım diyenlerin oruçlu biri var mı yanımda hissiyatına kapılmadan şakır şakır içtikleri suları mı anlatayım sana ey deniz, yoksa kahve önlerinde tüttürdükleri sigaraları mı? Hangisini söyler misin ey deniz hangisini anlatayım… Lokantaların dışarıya masa atıp servis açmalarını mı anlatayım. İşte görüyorsun ey deniz babamın anlattığı İstanbul’dan eser kalmamıştı şimdi. Keşke İstanbul’a gelmeseydim de küçükken hayalimde canlandırdığım o şehirle yetinseydim. Keşke burada Müslümanların Müslümanlıktan bihaber olduklarını görmeseydim. Birde biliyor musun ey deniz...? Tutmayanlar kendilerine bir ramazan fetvası uydurduklarını… Birde bunun yanında her yerde ramazan eğlenceleri şeklinde afiş asmışlar. Haklarıda var gerçi (!) tıka basa yedikleri öğle yemekler ve güneşin altında oruçluların gözü önünde şakır şakır içtikleri sular sonucunda yorulmuşlardır. Bu yorgunluklarını atmaları gerekir, bunun içinde akşam eğlenmeleri gerekir… Takva ayını eğlence ayına çevirmeleri gerekir… Yazık ey insanlar yazık… Babamın İstanbul’unu ne hale getirdiniz. Anlaşılan sadece mücahitlikten müteahhitliğe soyunmamışsınız, müteahhitliğin yanında birde eğlence insanlığına soyunmuşsunuz… Elveda İstanbul elveda… Duy beni ey deniz duy… Soyadım gibi kartal olup uzaklaşmak, geldiğim yere geri gitmek istiyorum… 


İşte böyle bitirmişti güncesini Fatih Kartal ve soyadı gibi kartal olup gitmişti bu şehirden… Gerçek İstanbul’dan hayalindeki İstanbul’una doğru…



Katre-i Kulûb

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder